top of page

TÜKENEN ŞEHİR İSTANBUL

1900’lü yıllardan 1950’li yıllara kadar İstanbul’un nüfusu bir milyon civarındadır. Yani Osmanlı’nın son, Cumhuriyetin başlangıç ve gelişme yılları…


1950’li yıllarda ilk kıpırdanmalar başlar. Özel sektörün sanayi tesisi kurması desteklenmiştir. Onlar da İstanbul’u tercih etmişler, çalıştıracakları işçileri Anadolu köylerinden yapılan göçle sağlamışlardı. Gelenlerin oluşturdukları gecekondu mahalleleri İstanbul nüfusunun ilk yukarı doğru kıpırdanışları olmuştur.


Köyden kente göç devam ederken 1970’li yıllardan itibaren de İstanbul’a gelen üniversite gençlerinin, okulu bitirdikten sonra neredeyse tamamının geriye dönmediğini görüyoruz.


İstanbul’a taşradan gelenlerin dernekleri kuruluyor, hem o derneklerde hem kahvehanelerde siyaset yapılıyor. Sonuçta siyasete giriyorlar ve İstanbul için karar mekanizmalarında yer alıyorlar.


Kabaca bakılırsa… 1970’lerden sonra İstanbul’daki belediye başkanlarının, meclis üyelerinin, milletvekillerinin çoğunluğu İstanbullu değildir. Hatta bazılarının taşradaki kendi memleketlerine de yarar sağladıkları görülür. Bu da doğaldır. Eşyanın tabiatı gereği…   


Bana göre bir insanın ‘Oralı’ olması için hiç değilse iki kuşak orada olması gerekir. Yani ana-baba gelip yerleşmişse orada doğan çocukları oralı sayılmalıdır. Bu kişiler yönetici olabilmelidir. Hiç değilse yarıdan fazlası...


Oranın insanı herhangi bir konuda karar verirken geçmişini, anılarını vs düşünür. Duyguyla karar verir. Daha korumacı olur.


İstanbul’da eğer böyle olsaydı…


Öncelikle nüfus bu derece arttırılmazdı. 1950’lerde Türkiye'nin nüfusu 24 milyonken İstanbul 1 milyonmuş. Bugün Türkiye’nin nüfusu 85 milyon, İstanbul 16 Milyon. Kabaca Türkiye 3 misli artarken İstanbul 16 misli artmış. Aslında İstanbul’da gelip geçici yaşayan bir 5 milyon daha vardır İstanbullu olmayan. Onları hesap edersek 20 misli artış var diyebiliriz. Normal mi?


Buradaki nüfus 6-7 milyonlarda tutulmalıydı. Böyle olunca da asla sahillerdeki yalı önleri doldurulmaz, Sulukule, Galataport, Fikirtepe, Haydarpaşa gibi projeler yapılmazdı. Bir örnek vereyim… Kadıköy’de Natiliüs AVM’nin bulunduğu geniş çayırlığın büyük kısmı korunur, 85 dönümün sahibi olan Şehzade Ziyaeddin Köşkü eskisi gibi görünürdü.


İstanbul’un planı 6-7 milyon nüfusa göre yapılsa fabrikalar olması gereken kentlere taşınacaktı. Dolayısıyla oralardan çalışmak için İstanbul’a gelenler gelmeyecekti. Üniversiteler ise diğer kentlere yayılırdı. Hatta bazı kentler üniversite kenti olurdu.


Ulaşım?... Peşin söyleyeyim. Ben metroya karşıyım. Yok medeni ülkelerde varmış ta…


Yer altına iniliyor, metroya biniliyor, inilen durakta yeryüzüne çıkılıyor. İnsana insan olduğu unutturuluyor. Üstelik bu âdet genelleşti. Yer üstündeki araçlarda da siyah cam kullanılıyor artık. İnsanlar çevreyi görmeden seyahat ediyor. Köstebekler gibi... Şehrin içinde veya dışında seyahat ederken etraf seyredilmeli. İnsan yeryüzünde olmalı.


İstanbul’da bir de deniz var. Müthiş bir şans. 1851 yılında kurulan Şirket-i Hayriye ile ulaşımda yararlanılmış. Bu uygulama yıllarca devam etmiş. 2000’lerde deniz ulaşımı terk edilmeye başlanmış. Çözüm metro. Denizden de yararlanılıyor ama laf ola beri gele misali. 2000 kişilik vapurlar yerine 300 kişilik motorlar… Onlar da, onları sürenler de, onlara binenler de deniz üzerinde olduklarını hissetmiyorlar. İstanbulluya deniz unutturuldu.


Şirket-i Hayriye ile başlayıp Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş. ile devam eden denizde yolcu taşımacılığı niye bırakılır ki? İstanbul’un her tarafı deniz kıyısındadır. Boğazın iki yakasında, Anadolu ve Avrupa yakasında onlarca iskele vardır. İyi bir karlılık hesabıyla seferler düzenlenebilir, insanların keyifli yolculuk yapması sağlanabilir.


Özet olarak İstanbul’un en önemli planlama yanlışı hedefsizlik olmuştur. Dikkat edin. Binalar yapılıyor, insanlar geliyor, nüfus artıyor, yol, alt yapı vs yetmiyor, yenileri yapılıyor, sonra yeniden binalar yapılıyor... Biter mi?.. Halbuki nüfusun sınırı konsa bir süre sonra yapılan binalar da alt yapı da yeterli olacaktır. İstanbul’un şantiye görünümünde olmasının sebebi de budur. Artan nüfusa inşaatlar yetişememektedir… 


Örnek alınan İstanbul Türkçesi vardı. Şimdi yok. Sinema, tiyatroda bile kullanılmıyor. İstanbul’da İstanbullu eser miktarda artık.  


Küçükyalı’dan Kadıköy’e arabamla en kısa sürede gidişim bir saat. Altı üstü 5-6 km. Yürüyerek gitsem yarım saat sürer. Vitrinlere bile bakarım arada bir.


Taşradan gelip yüksek tahsil yapmış bir arkadaşımla sohbet ediyorum. Diyor ki ‘İstanbul’a gelmeseydim çoban olurdum.’ Çok haklı… Benim de demek istediğim bu… Oralarda da gençler eğitim yapabilmeli ve eğitimine göre iş bulabilmelidir. İstanbul’a gelmek veya gitmek istekle olmalı. Zorda kalarak değil. Yakın zamanda İstanbul’a araba veya insan sokulmayacak belki de. Daha mı iyi?..


Ben, sevgili hocam Aydın Boysan’dan Samatya kıyısındaki surların üzerine çıkıp dibi gözüken denize atladığını dinliyordum hayran hayran. Yani kıyıdaki yol yapılmamış henüz. Ben de genç arkadaşlarımıza Kalamış sahilindeki kumsaldan nasıl denize girdiğimizi anlatıyorum. Yani kıyı doldurulmamış henüz. Pekiyi de beni dinleyenler kendilerinden sonrakilere ne anlatacaklar?


ARİF ATILGAN 2025 OCAK

Not:

-Yazıdaki düşüncelerim 1970’li yılların sonlarında oluşmuştu. Bugün haklı olduğumu gördüğüm için bu yazıyı yazdım.   

-Sadece İstanbul’da değil her bölgede ‘Oralı’ olanlara öncelik tanınmalıdır.  


 

Comments


bottom of page