Yalova’da markete uğradık eşimle. Sonra da fırına… Eşim ekmek almak için fırına girdiğinde etrafı seyrediyordum. Apartmanlar, caddeler, arabalar, dükkânlar ve tabii insanlar. Bir an eskilere gittim. Oraların bereketli ova olduğu yıllara… Anlatayım…
2013 Yılında Karadan Yalova’ya Bakış. Yeni Hastane ve Meslek Lisesi Henüz Yok.
1950’ler ve aynı sayılan 1960’lar… Hacımehmet Ovas’ıdır burası. Eski adıyla Sazlık mevkii... Bulunduğum civarda bir derihane vardı. Mezbaha da derlerdi ama esas orada deriler tabaklanırdı. Çevre pis kokar, o kokudan huylanan hayvanlar oradan geçmek istemezlerdi. At, eşek, sığır, koyun… Hiçbiri… İnce toprak bir yol vardı. Ancak at arabası veya öküz arabası geçebilirdi. Ama Derihanenin haricinde bütün ova bir cennet sayılırdı. Orası da ekinlerin arasında kaybolurdu zaten.
Mısır, fasulye, patlıcan… Aklınıza gelebilecek her şey yetişirdi bu ovada. Yalova’nın top sahasından başlar, Hacımehmet Köyü’nün mezarlık altına kadar uzanırdı. Köy tarafından girerseniz ekinlerin arasında kaybolarak top sahasına kadar yürüyebilirdiniz. Veya tersi… Bir gün ekinlerin arasından karşımıza tüfekli bir avcı çıkmıştı da biz de o da korkmuştuk.
Ovanın ortasından Safran Deresi akardı. Biz o yıllarda Kocadere derdik. Derenin bir tarafı Kamberbaba’nın alt hizası, diğer tarafı Karatepe’nin alt hizasıydı. Bereket saçılan topraklardı. Akşam karanlığı alaca olunca aradaki patika yollarda tarlalardan dönenler görülürdü. At veya eşeğin semerinin iki yanına genellikle kobak denilen mısırlar yüklenirdi. Eve gelince içinden mısır koçanları ayıklanarak alınır geri kalan yeşilliği hayvanlara verilirdi. Ova, fazla su istemeyen kavun, karpuz, buğday, tütün gibi ekinler için harcanmazdı. O tip bitkiler tepelik bölgelerde de yetişirdi çünkü.
Akrabalarımızın evi Hacımehmet Köyü'ndeydi ama 1957’de Kamberbaba’ya da bir ev yapılmıştı. Oraya küçük amcam ve ailesi yerleşmişti. Merkezdeki Fatih Caddesi’nden sonra hiçbir yerleşim yoktu ve iskele dâhil her yerden sadece amcamın tek katlı evi görünürdü. Bugün apartmanların arasında kaybolmuştur bu ev. Elektrik, su yoktu. Bir aralık bahçeye bir musluk bağlanmıştı. Elektrik uzun yıllar Yalova merkezinin dışında da yoktu zaten.
Kamber Baba’daki evin alt tarafında su benti vardı. Sonradan yapılan bir kanalla Hacımehmet Köyü'nden gelen Safran Deresi’nden bir kol ayırmışlardı. Mezarlık arkasından gelen bu kol ovanın üst tarafından akardı. Kamber Baba’daki su değirmeni için yapılmıştı. Ama ova tarafındaki yüksekte kalan tarlalara da buradan su verilirdi. 2-3 MT genişliğinde bir suyolu idi. Amcamın evi değirmenin yukarısındaydı.
Kamberbaba’da Su Değirmeni Vardı
Yani Kamberbaba’da şimdiki Armagaz önünden başlayan yol Hacımehmet Köyü mezarlık altına kadar giderdi. Alt kottan o yola paralel suni yapılmış suyolu akardı. Yine paralel olarak ovada tarlaların arasında bir patika yol bulunurdu. O yoldan sonra şimdiki Karatepe üzerinden Yalova’yı Hacımehmet ve Safran Köy’e bağlayan, bugün de olan ama o günkü haliyle toprak olan yol vardı. Bu yollar geçtiğimiz yıllara kadar köy yolu ölçüsünde ve görünümündeydi.
Bir de Köydeki Gran Tepesinden başlayıp Sırt Tepeden devam eden yol vardı. Bu yol şimdiki Kazım Karabekir ve Özden Mahallelerinin arasındaki sınırdır. Tepeden Kamberbaba’ya inilirdi. Yolda yer yer koruluklar vardı. Gerek alt yoldan gerek bu yoldan Hacımehmet-Kamberbaba arasını yürürdük hep. Karanlık zamanda isek bin bir çeşit hayalet hikâyesi anlatarak ve de hayal ederek. Hem korkar hem giderdik nedense.
Kamberbaba'daki amcamın evinin çevresi boştu. Biraz aşağıdaki su değirmeniyle arada biraz önce bahsettiğim bent vardı. Evin yakınında sığırlar için ahır, biraz daha uzakta da koyunlar için mandra bulunurdu. Tavuklar ahırın içindeki tüneklerde yatarlar, folluğa yumurtlarlardı. Tabii bazen yol kenarlarını sınırlayan böğürtlen çalılarının dibine de kendiliğinden folluk yapıp yumurtlayanlar hatta o yumurtaları biriktirip kendi kendine kuluçkaya yatıp civcivleriyle ortaya çıkıverenleri de olurdu. Tabii elektrik bile olmayan bu dağ başında kalmak için köpekler vardı. Kışın kurtlar gelirdi. Evin çevresinde genellikle bostan ekilirdi. Henüz su bağlanmamıştı. Paşa Köyden alınan iyi su küpe konurdu. Ben küpe maşrapa daldırıp su içmeyi sevmezdim. Bostandan kopardığım karpuzu ağaç dibine vurup kırar onu yerdim. Susuzluğumu çok iyi giderirdi. Evin karşı tepesinde iki meşe ağacı vardı. Koyunları öğlen sıcağında o ağaçların gölgesinde dinlendirirdik. Kuzenlerim kışın Yalova'daki okullarına gidebilmek için çizme giymek zorundaydılar. Zira evden Fatih Caddesi'ne kadar çamursuz yol olmazdı.
Koyunlar demişken. Sabah sütleri sağılarak çayıra çıkarılır. Akşam sütleri sağılarak ağıla sokulurlardı. Tabii kuzuları olanlar bırakılırdı. İnekler de gündüz çayırda otlarlar, akşam sağılarak ahırlarına sokulurlardı. Buzağısı olanlar kesinlikle yavrularına süt saklarlardı. En önemli ulaşım aracı at, eşek, at arabası ve öküz arabası idi.
Evin deniz tarafına doğru aşağısındaki su değirmeni artık çalışmıyordu. Biz çocuklar havuzunun içinde su perisi olduğuna inanır ve karanlıkta yakınına gitmeye korkardık.
2 yengem Kirazlı Köy’dendi. Bazen giderdik o köye. Tabii yürüyerek. Hacımehmet köyünden çıkar, Karatepe’den Bursa Yoluna iner ve oradan karşı taraftaki Kirazlı Köy’e giderdik. Yemyeşil ağaçlıklı bir köydü. Çok severdim orayı.
Köydeki eve gelirsek… Konuşmalardan anladığım kadarıyla 1940’ların sonu veya 1950’lerin başında yapılmış. Hacı Mehmet Köyü’ndeki ev yaklaşık 2 dönüm arazinin içindeydi. Önceleri 3 amcam ve aileleri ile babaannem otururdu burada. Dedem ben doğduğum yıl ölmüş. O yüzden bana Onun adını vermişler.
Evin tepe tarafındaki Gran denilen yerde mandıra bulunurdu. Sonradan öğrendim ‘gran’ (veya ‘gıran’) tepedeki düz yer demekmiş. Koyunlar orada, sığırlar ve tavuklar köydeki evin ahırında yatarlardı. Bahçenin sınırlarında dut, erik, incir, nar vs çeşit çeşit ağaç vardı. Köpekler Gıran’daki mandırada olurlardı.
Bu evde tüm sülale (babaannem, 3 amcam ve aileleri) hep birlikte yaşarken Mezarlık altındaki tarlaya tütün veya buğday ekilirdi. Köyün dağ tarafında, Karaçalı mevkiindeki tarlaya buğday ekilirdi. Mezarlık Altı’nın karşısında ise köyün merası bulunurdu. Meranın üst kısmında bizim mandıra, mandıranın üst tarafında ise karpuz-kavun ekilen tarla.
Karatepe’ye tütün ekilirdi. Bazen de buğday. Aklımda kaldığı kadarıyla Kamberbaba, Hacımehmet Ovası (Sazlık Mevkii), Mezarlık Altı, Mera, Gran, Karaçalı, Karatepe bizimkilerin ekip biçtiği tarlaların bulunduğu yerlerdi.
Yazıda Kamberbaba’daki evi önce anlattım ama ilk yapılan ve yerleşilen ev Köydeki evdir. Kamberbaba’ya oradaki araziyi korumak için ev yapılmıştı. Küçük amcam gönüllü oraya yerleşmişti.
Hep birlikte köydeki 2 katlı evde kalındığı günlerden de bahsedeyim. Yani küçük amcamın Kamberbaba’ya taşınmadan önceki 1950'li yıllara… O yıllar köylünün yoksunluk yıllarıydı. Elektrik, su yoktu. Benim dikkatimi çeken hiç kimsede saat te yoktu. Güneş doğunca uyanılır, hava kararınca yatılırdı. Tam bizim evin önüne bir tulumba koymuşlardı da oradan su çekilirdi. Aşağıdaki dereden güğümlere doldurulan su evdeki küpe aktarılır ve o su içilirdi. Ben çok zorda kalmadan o suyu içmezdim. Meyvelerle susuzluğumu gidermeye çalışırdım. Bazen Paşaköyden iyi su getirilirdi. O suyu içerdim. Hastalanan hayvanlar için sadece Paşa köy’de baytar vardı.
Büyükbaş hayvanlar köydeki evin bahçesine bağlanırdı. Sayıları 200 civarı olan koyunlar ise Gıran’daki mandıraya. Bütün sürüden bir sığırın verdiği kadar süt sağılırdı. Ama koyun sütü sığır sütünden daha kıymetlidir. Gerek mandıradaki koyunlardan sağılan gerekse evdeki sığırlardan sağılan süt güğümlere doldurularak Yalova’daki süthaneye götürülürdü. Tabii bu işi de atıyla küçük amcam yapardı.
Köyde sabah kahvaltısında tencerede yapılan çay içilirdi. Yanında ekmek, peynir, zeytin. Ne bulunabilirse. Öğlen herkes işinin başındadır. Kimi tarlada kimi hayvan otlatmada... O bakımdan sabah evden çıkarken içinde azık denilen ekmek ve yanında domates, biber gibi katık bulunan çıkın ile gidilir. Öğleyin o yenirdi. Akşam ise evde ne varsa o pişirilir yenirdi. Akşam yemeği çeşitlerinden fasulye çorbası meşhurdur. O kadar çok insanı başka türlü doyurmak mümkün değildir. En sevdiğim ise ocakta döndürme yapılmasıydı. Yemek seçtiğim için Yengem benim hatırıma yapardı. Yufka gibi açılmış hamurun alt-üst edilip kızartılmasıydı. İnanamıyorum şimdi restoranlardaki sayısız çeşidi olan köy kahvaltılarına… Tüm ülke gibi köylüler de yoksuldu o yıllar.
Ayaklarda çarık olurdu. Sanırım sığır derisinden yapılırdı. Onun daha lüksü markasıyla anılan Cızlavedlerdi. O da kara lastikten yapılmış bağsız ayakkabıydı. Ama bunları da bulamayıp yalınayak gezenler de olurdu. Çok kötümser olmayalım. Ender de olsa bazen tavuk, koyun kesilir, evin önündeki köy fırınında pişirilir ve ziyafet çekilirdi. Köy fırını her evin bahçesinde bulunan 2 metrekare tabanlı dairenin üzerindeki yarım küre şeklinde bir yapıdır. Daha çok ekmek yapılmasında kullanılırdı. Ben kara ekmek dedikleri köy ekmeğini pek sevmezdim. Ama sıcak iken özellikle kabuklarına bayılırdım. Bir de babamın her geldiğinde yaptığı yoğurt tatlısına…
Tarlada orakla biçilen buğdaylar saplarıyla balya yapılır harman yerinde taneleri ayrılırdı. Köyün harman yeri yanlış anımsamıyorsam Mezarlık altındaki meranın ucundaydı. Ben daha sonraki tarihlerde Kamberbaba’daki Emir Bayırı’nın arkasında bir yeri de anımsıyorum. Harman Yerini çocuklar çok severdi. Ben de. Burada köy halkı hep birlikte imece usulü çalışırdı. Buğdaylar saplarıyla serilir, üzerinde dü(ö)ven denilen aletle dolaşılırdı. 1-2 metrekarelik Düven, altında sivri çakıl taşları olan tahtalardan yapılan bir aletti. Öküz veya atla çekilirken üzerine genellikle çocuklardan biri otururdu. Büyükler ağır geliyordu sanırım. Düven, altındaki çakıl taşlarıyla buğdayı saplarından ve başaklarından ayırırdı. Sonraki safhada kürekle veya diğrenle yerdeki buğday, başak ve sapları havaya fırlatılır. Buğdaylar yere düşer diğerleri etrafa uçardı. Tabii bu işlem için rüzgâr olması gerekirdi. Yoksa ertesi gün rüzgâra bakılıp gelinirdi. Bu arada buğdayları hayvanların yememesi için nöbet tutulurdu. Harman sonrası sap ve saman hayvanlar için, çuvallara doldurulan buğday taneleri ise insanlar için Harman Yerinden kaldırılırdı.
Eve getirilen sap saman ahıra konurdu. Buğdaylar ise evin alt katındaki bir odaya… Biz çocuklar geceleri bir odada oturup çeşitli oyunlar oynardık. Elektrik su olmadığı için oda karanlıktır. Sadece gaz lambası yanıyor. Ama o da ancak çevresine ışık veriyor. İşte böyle bir gecede kardeşim ayaktayken aniden ortadan yok oldu. Gaz lambasıyla odanın etrafını aydınlatıp ararken gördük ki ocağın (şöminenin) önündeki tabanda 2 tahta yok ve orası aralık. Hemen alt odaya indik. Oraya buğdaylar depolanmıştı. Kardeşim oynarken o aralıktan aşağı düşmüş ama buğdaylar olduğu için onların üzerine gelmiş. Çok korkmuştu. Babaannemin ‘Çocuğa dumbuldak (takla) attırın’ demelerini unutamam.
Her odada bugünün şöminesiyle eşdeğer ocak vardı. Isınma-pişirme için kullanılırdı. Bir de gömme dolap şeklinde yerleştirilmiş banyo. Ama su yoktu. Su olacağına göre hazırlanmış herhalde.
Tütün toplamak için erkenden gitmek gerekirdi. Yapraklar çuvallara konur, evde günlerce oturup tütün dizilirdi. Kadınların tütün dizerken ki muhabbetleri çok hoş olurdu.
Çamaşır derede yıkanırdı. Köyün kadınları ateş yakıp kazanda su kaynatırlardı. Çamaşırlar külle paklanır, derede taşlanarak yıkanırdı.
Yalova’dan köylere vasıta yoktu. Atla, eşekle veya at arabası, öküz arabasıyla gidilir gelinirdi. Veya yürünürdü. Köy ile Yalova merkez arası mesafe 5 Km’dir. Biz İstanbul’dan geldiğimizde babam Yalova’dan bir taksi tutardı. Hatta döneceğimiz gün için de saat verir, o saatte taksi köy meydanına gelirdi. Köydeki çocuklar pek araba görmedikleri için taksinin çevresinde dolaşıp incelerlerdi.
Ülkenin her yanında yokluk vardı aslında. Biz İstanbul’da oturduğumuzdan güya köye göre varlık içindeydik. Aslında bizler de yokluk içindeydik. Ama yokluk içinde eşitlik vardı. Ne yalan söyleyeyim bu da insanın içini rahatlatıyordu. Hatta ısıtıyordu.
Yalova merkeze bakalım biraz da… İskele şimdiki heykelli meydanın hizasındaydı. Deniz henüz doldurulmamıştı. İskele denize doğru uzanırdı. Moda İskelesine benzerdi.
İskele Denize Uzanıyordu
Şimdiki Kent Müzesi’nin şimdiki belediye tarafından Bursa’ya otobüsler kalkardı. Kâhyaların ‘Bursa’yaa… Bursa’yaa…’ diye bağırarak yolcu kapmaları unutulmaz. Termal istikametindeki Çınarlı Yol çalışırdı o yıllarda. Atatürk bu yolun iki yanına, Yalova’daki Yürüyen Köşk’ten Termal’deki Gazi Köşkü’ne kadar çınar ağaçları diktirmişti. Buraya iki yanı ağaçlı yol anlamında Hıyaban denirmiş. Meydanın Termal tarafında Paşaköy suyunun üzeri kapalı çeşmesi bulunurdu.
O Yıllardaki Yalova Meydanı. Sağdaki Tek Katlı Yapı Paşaköy’ün Paşa Suyu.
Denizden sonra iki cadde vardı. İstanbul Caddesi en önemli cadde idi. Buradaki bir kasaptan bahsedeyim. Babamla Yalova’ya geldiğimizde mutlaka uğrardık. Selanik, Drama, Demirciören Köyü'nden tanıdıkmış. Onunla oturup uzun uzun oradaki günlerini konuşurlardı. Atatürk’le ilgili olduğu için aklımda kalanı yazayım.
Atatürk Yalova’yı adeta Türkiye Cumhuriyeti’nin yazlık başkenti gibi kullanıyormuş. Yani Yalova çokça zaman geçirdiği bir bölgeymiş. Bir gün bu dükkâna uğramış. Sanırım o kişinin babası varmış o yıllar dükkânda. Selanik’ten tanışıyorlar ya… Gazi espri yaparak hatır sormuş memleketlisine. ‘Arayıp sormuyorsun?’ diyerek. Kasap demiş ki ‘Sen şimdi kâinatın bildiği Mustafa Kemal Atatürk’sün. Bense bir garip kasap. Senin zamanını nasıl alabilirim?’.
Atatürk Yalova’yı Yalova Atatürk’ü çok severdi. Belki de o yıllarda burada hemşerileri çok olduğu içindi. Çünkü: Yalova ahalisi çoğunluk olarak mübadillerdi.
Atamızın Yürüyen Köşk’ünü başka bir yazıda anlatırım.
Yürüyen Köşk.
İskele Meydanı’nın Termal tarafında Fatih Caddesi vardı. Bu cadde ve etrafı daha çok ABD’lilerin yaşadığı bölgeydi. Onlar Karamürsel’deki NATO üssünde çalışırlardı. Hepsi müstakil evlerde otururdu. Bahçelerindeki kontra pedal bisikletleri ortalıkta dururdu. Biraz daha kara tarafında Top Sahası bulunurdu. Çevresi uzun tomruklarla çevrili bir sahaydı burası. Her Pazar Yalova Sporun maçları olur ve mutlaka kavga çıkardı. Biz yukarıdaki amcamın evinden seyrederdik. Top Sahası boşken ABD’liler uzun ipe bağlı küçük model uçak uçururlardı. Veya köpeklerini gezdirirlerdi.
Deniz henüz doldurulmamıştı. Safran Deresi PTT’nin hemen yanından denize kavuşurdu.
Deniz Doldurulmadan Önce PTT Binası Kıyıdaydı.
Top sahası ve geniş çevresini amcam mera olarak kiralamıştı. Koyunlar orada otluyorlardı. Kuzenim koyunları otlatırken bir Amerikalı devamlı köpeğini getirip koyunları ürkütmekten keyif alıyormuş. Bir gün kuzenim Sadettin köpekle inmiş çayıra. Çoban köpeği tabii. Amerikalı yine gelip bizim köpeği görmeden kendi köpeğiyle koyunları ürküterek eğlenmeye başlamış. Kuzenim bizim köpeğe ‘tut’ demiş sadece. ABD’li bir daha oralara köpek gezdirmeye gelmemiş.
Büyüdüğüm yıllarda babam beni amcamlara gönderirdi. Karpuz, mısır, yumurta vs alırdım. Çuvala doldurulan malzemeyi Yeldeğirmeni’ndeki eve tek başıma yüklenir gelirdim. Kartal’da vapurdan trene ve trenden inince de eve kadar… Vapura amcam atla getirirdi. Akşamüstü amcamlardan çıkarken bazen karnım tok deyip yemek yemezdim. Bütün iştahımı iskeledeki köfte-ekmekçiye veya gemiye bağlı olan balık-ekmekçiye saklardım.
Yaz mevsimlerinde ailecek köye giderdik. Annem, babaannemle birlikte Termalde kiralanan bir eve yerleşirdi. 1-2 hafta orada kaplıca suyu banyosu yaparlardı. Bu suretle 1 yıl ağrı-sızı olmazmış. Bizler de arada ziyarete giderdik. Hacı Mehmet Köyü’nden Termal’e gitmek için komşu köy olan Kadıköy’den Termal minibüslerinin geçtiği yola yürünürdü. Oradan vasıtaya binilirdi.
İlk ata bindiğim, sığır, koyun güttüğüm yerlerdi buraları. Büyüklerim köydeki ilk evin bizim ahır olarak bildiğimiz kerpiç bina olduğunu söylerlerdi. Aile kalabalıklaşınca 2 katlı ev yapılmış.
Yalova baba toprağımdır. Yaz mevsimlerinde gelirdik. Biz çocuklar yazları 1-2 hafta kalırdık. Amcamın çocuklarıyla enine konan yatağa sıra sıra yatardık. Ayaklarımız yatak dışına taşarak. Sığır-koyun güderdik. Ağaç tepelerindeydik hep. 2 kere incir ağacından düşmüştüm. İlginç ağaçtır o. Dalın ucundaki inciri koparmaya çalışırken birden yumuşak dal kayıverir ayağının altından. Yerde bir süre nefes alamazsınız. Kimseye tavsiye etmem.
Bu arada Yalovalı bahçecilik öğreniyordu.
1950’li ve 1960’li yılların sonuna geldik bence. Anlatma sırası biraz ters oldu. Köydeki evden başlayıp sonra Kamber Baba’daki eve geçmeliydim. Ama yazının başında aklıma gelenlerin sırasına uydum.
Yazılanlardan öncesi 1924 Mübadelesiyle başlıyor. Tabii ki fark vardır ama fazla da olduğunu sanmıyorum.
1970’lere gelirsek…
Bizler büyüdük. Eskisi gibi yaz mevsiminde kalmıyoruz Yalova’da. Ama gidip gelmelerle çevreyi takip ediyorum.
Mimar olduktan sonra babam, tanış olduğu Belediye Başkanı Fikri beye göndermişti beni. Belediye binası meydanda İş Bankasının karşısındaki boşlukta 2 katlı ahşap bir binaydı. Gittiğimde Fikri Bey kapı önünde oturuyordu. Kendisine kendimi tanıttım. Hemen içeri girip üst kata çıktık. Bir tek tekniker çalışıyordu. Ona beni tanıttı ve yakında orada görev alacağımı söyledi. Hissettiğim kadarıyla tekniker arkadaşımız pek mutlu olmadı. Nitekim görev alamadım.
Öncelikle Yalova’nın ve Yalovalı’nın para yüzü gördüğü yıllardır diyebilirim. Tütüncülük bırakılmıştı. En bereketli toprakların bulunduğu Hacı Mehmet Ovası başta elma olmak üzere meyve bahçeleriyle dolmuştu. Diğer taraflar da öyleydi. Yalova Elması marka olmuştu. Tarım-hayvancılık gelişmişti. Elmadan başka Yalova’nın ince kuyruklu Kıvırcık koyunu da ün kazanmıştı.
Elektrik köylere kadar ulaşıyordu. Köydekiler derede çamaşır yıkandığını çoktan unutmuşlardı.
1969 yılında AKSA Fabrikası kurulmuş Yalovalı orada da çalışmaya başlamıştı. Köylerden bile servisle fabrikaya çalışmaya gidenler oluyordu.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası başbakan Bülent Ecevit Amerikan üslerinin kapatılmasını istemişti. Karamürsel’deki üs kapatılmış ve ABD’liler ülkelerine dönmüştü. Dolayısıyla Yalova’daki ABD’lilerin terk ettiği evlere yerli insanlar yerleşiyordu. Hem buradaki evlerin hem de Karamürsel’deki tesislerin yerlileşmesi dışarıdan belli oluyordu. Örneğin: Karamürsel Tesislerinin önündeki çimler hızla kurumuştu.
İstanbul’da Yalova çiçekleri de ün kazanmaya başlıyordu.
Hacı Mehmet Köyü’ndeki akrabalar başta AKSA olmak üzere çevredeki fabrikalarda çalışmaya başlamışlardı. Köydeki tarım-hayvancılık serüvenini azaltmışlardı.
2015 Yılında Hacımehmet Köyü’ndeki Ev. Bahçeye 2 Ev Daha Yapılmış.
Kamberbaba’daki küçük amcam ise işlerini geliştiriyordu. Evin çevresindeki araziyi elma bahçesi yapmıştı. Yüksekte kalan alana dereden su çıkaramadığı için derin kuyu açtırmıştı. Bahçeyi bu şekilde suluyordu. Diğer yandan sığırlar da koyunlar da çoğalmıştı. Sütleri artık pastaneye satıyordu. Ayrıca Kurban Bayramında özel olarak yetiştirdiği koçları kurbanlık olarak pazarlıyordu. Yalova top sahasını hala mera olarak kullanıyordu.
2015'lerde Kamberbaba’daki Ev.
Çok belli olmasa da Yalova göç almaya başlıyordu. Karamürsel tarafında yazlık siteler görülüyor. Nüfus birden iki misline çıkarak 40000’leri aşıyor. Bana göre en güzel yıllarıydı Yalova’nın. İnsanlar varlık görmeye başlamıştı.
1980’ler…
Yalova göç almaya devam ediyordu. Doğal olarak inşaatçılık ta almış başını gidiyordu. En kolay inşaat alanı ise Hacı Mehmet Ovası’ydı. O bereketli topraklara imar geliyordu. Amcamlara her geldiğimde çevrede inşaat faaliyetlerine rastlıyordum. Doğal olarak onlar da arazilerinin imarlı olmasını arzu ediyorlardı. Giderek Yalovalının aklında tarla, ürün, çiçek, hayvan, süt, et gibi kavramlar yok oluyordu. Muhabbetlerinde tarlalara imar gelmesiyle arsaya dönüşmesi konuları ağırlık kazanıyor, gözlerinde bir anda zengin olunmasının parlaklığı hissediliyordu.
Yazlık siteler çoğalıyordu. Yalova modernleşiyordu.
Bizimkiler arazilerin paylaşılmasına karar vermişti. Babam arada bir Yalova’ya gidiyordu. Konuştular, tartıştılar, anlaştılar, paylaştılar.
Top sahasına stat yapılmaya başlanıyordu.
1990’lar…
Yalova Stadı yapılıyor ve birkaç yıl eklemelerle biraz daha büyütülüyordu.
1995 yılında zamanın başbakanı Tansu Çiller tarafından Yalova il yapılıyordu. Ardından üniversite vs açılıyor.
İnşaatçılık adeta patlama yapıyor. Özellikle Hacımehmet Ovası'nda ve çevresinde yapılan binalar insanı endişelendiriyor. Zira buradaki zeminin bataklık, tepelik yerlerinin de kaygan olduğu bilinmektedir. Ayrıca yapılan binaların çoğunun olması gerekenden daha çok katlı yapıldığı da gözlemlenmektedir.
1997’de hazırlanıp ekleriyle 1998 yılında Deprem Yönetmeliği yayınlanıyor. O zamana kadar 2. Derece Deprem Bölgesi olan Marmara Bölgesi 1. Derece Deprem Bölgesi ilan ediliyor. Ama Bölgede çok sayıda bina yapılmıştır bile. İnsanlar sadece inşaat konuşmaktadır. Doğrusu bu da antipati yaratmaktadır.
Nitekim 1999 yılında gerçekleşen Marmara Depremi kentin felaketi olmuştur. Yeni Deprem Yönetmeliğiyle henüz bina yapılamamıştır bile. Başta Ova olmak üzere kaygan tepelikler yıkıntılarla dolmuştur. Karamürsel tarafındaki yazlık sitelerin durumu da fecaattir. Binlerce bina yıkılmış, hasarlanmış ve binlerce insan canından olmuştur. Yıkılan binaları tartışıp o felaketi tekrar yaşatmak istemiyorum.
Deprem Sonrası Yalova Stadı.
2000’ler…
2001 yılında Yapı Denetim Yasası ve Deprem Yönetmeliği uygulanmaya başladı.
Yalova deprem acısını ve korkusunu üzerinden atmaya çalışmaktadır. Yıkılan ve hasarlanan binalar ortadan kaldırılarak ortalık temizlenmeye başlanmıştır. Hasarlı ama yıkılmayan binalara kimse girmek istememektedir.
Yalova’ya Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’yle gelmiştik. Afet Komitesi Başkanıydım. Çay bahçesinde panel yapmıştık. Sohbet ettiğim bir kişinin şu sözlerini unutamam. ‘Burada üniversiteler çoğalsın. Hasarlı binaları öğrencilere kiralarız.’
2010’lar…
Depremin en çok hissedildiği Hacımehmet Ovası, Adnan Menderes Mahallesi olmuştur. Kamberbaba, Kazım Karabekir Mahallesinin içindedir. Karatepe de Bağlarbaşı Mahallesinin içindedir artık.
Deprem unutulmuştur. Hasarlı binalar sıvanıp onarılmış, insanlar tekrar oturmaya başlamıştır. Yeni binalar da yapılmaktadır. Ama deprem öncesi binalar belli olmaktadır. Zira neredeyse hepsinde kaçak kat vardır. Bu sorun nasıl çözülecek bilemem.
Yalova tarım-hayvancılığı unutmuştur. Bereketli toprakların olduğu Hacımehmet Ovası inşaatlarla dolmaktadır. Deprem öncesinden tek fark 3 katla sınırlı olmasıdır.
Hem kendim hem de iki kardeşim için evler yaptım burada. Onlar yazları geliyor. Ben yaz-kış biraz Yalova’da biraz İstanbul’da kalıyorum.
2020’ler…
Hacımehmet Ovası’ndaki imarlı alan Köy mezarlığının altına kadar uzatılmış. Yalova’da artık inşaat konuşulmaktadır. Yeni hastane, okullar vs yapıldı. Bugün yeşil görünen çevre yakında inşaatla dolacak.
2020’lerde Yalova’nın Havadan Görünüşü. (Kırmızı Yazılar Eski Yıllardaki İsimlerdir.)
Paşaköy’ün eklendiği Safranköy, Hacımehmet Köy, Kurt Köy köylüğünü korumaktadır. Birçok alan inşaata açılmıştır ama Yalova’da hala yeşillik vardır. Hatta yeşil oldukça ağırlıklıdır. Ayrıca kıyılarında çay bahçeleri vardır. İstanbul’da artık olmayan…
Safranköy, Hacımehmet Köy, Kurtköy ve Samanlı Dağları. Arkasında Gemlik Var.
Eskiye göre en önemli değişiklik insanların huyları. Örneğin: Köylüler bile bisiklete binmekte, engelliler arabalarıyla gezmektedir. Sahildeki Atatürk’ün yaptırdığı ağaçlı yol (hıyaban) trafiğe kapanmış, yayaların dolaşma alanı olmuştur.
Yayalaştırılmış Çınarlı Yol (Hıyaban).
Ulaşım minibüslerle yapılmaktadır. Özellikle köylere gidiş-geliş oldukça kolaylaşmıştır. Köylerde traktörden daha çok özel otomobil görünmektedir.
Kamberbaba’daki değirmenin yerinde Cemevi var şimdi.
Yalovalı’ya ayrı bir yazı gerekir. Ama ketum duruşlarına aldanılmasın. Hepsi iyi insanlardır.
Bir konuya tek cümleyle değineceğim. Başka birçok yerde olduğu gibi burada da idare edenlerin içinde Yalovalı yok gibi.
Babamların geldiği memleket olan Selanik ve Drama’ya gittim. Demirciören Köyü’ne çıkamadım. Tekrar gider miyim bilemem. Bizim baba toprağımız Yalova’dır artık.
Dönelim yazının ilk paragrafına... Eşim fırından ekmek alıp arabaya döndü. Onun inme-binme aralığındaki sürede bunları düşündüğümü fark ettim.
ARİF ATILGAN KASIM 2022
https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan (KENT VE İNSANarifatilgan)
コメント