Küçük bir çocukkenki halimizi anımsayalım. Sıkıntımızı bir arkadaşımızla paylaşırdık. O yılların boş sokaklarında bir kapının merdiven basamaklarına oturur konuşurduk. Okullarda okumaya başlayıp büyüdükçe daha değişik sohbetlerimiz oluştu yaşıtlarımızla. Ama yine iki kişi bir yerde oturarak veya sokakta yürüyerek anlatırdık sorun kabul ettiğimiz şeyleri. Delikanlı ve sonrası yaşlarda daha değişik ortamlarda olduk bu anlamda… Kahvehanenin bir köşesinde çaylarımızı içerek… Sokağın köşesinde ayakta konuşarak… Parktaki bankta… Çayırda ağaç altında… Daha sonraları meyhanede iki yudum alkol alırken yaptığımız derin sohbetlerde… Ertesi gün hiçbirini anımsamayacağımızı bildiğimiz halde… Veya yürüyerek… Kafa dengi arkadaşımla Kadıköy-Mühürdar-Moda-Bahariye-Kadıköy turunu birkaç defa tekrarladığımızı bilirim dertleşirken. Sınıfta ders sırasında arkadaşımızla konuştuğumuz için öğretmen tarafından azarlanmışızdır. Emin olun konu çoğunlukla bir sıkıntının paylaşılmasıdır.
Kadınlara gelirsek… Anaokulu seviyesinde başladıklarını torunumdan biliyorum. Erkekler itişirken onlar konuşurlarmış. Sonraki yaşlarda kendi aralarında dertleşirler. Kızlar kahvehane, meyhaneye gitmezlerdi. Kendi ortamlarını yaratırlardı. Kadınlar ise misafirlikte, kapı önü sohbetlerinde…
Özetle bizim nesil konuşurdu birbiriyle. Kendi anlatır arkadaşı dinler… Arkadaşı anlatır kendi dinler... Sonuçta sıkıntımızı atardık içimizden. Birbirimize derman olacak şeyleri de önerirdik ama işin o tarafı çok ta önemli değildir. Önemli olan içimizdekini anlatarak, ferahlamamızdır.
Yani bizler anlatmasını da bilirdik dinlemesini de … Anlattık… Dinledik… Çünkü dostluklarımız vardı. Anlatmak ve dinlemek için dost gerek insana. Şükür ki bizim de boldu dostlarımız.
Bugünkülere bakıyorum… Örneğin bir restoranda 5-10 kişi ailecek oturmuş. Masanın ucunda küçük bir çocuk. Eline telefon verilmiş, onu izleyerek büyüklerin sorumluluğunun dışına çıkarılmış. Çocuk çorbasını masaya da üzerine de döke saça içiyor. Abartmıyorum. O kadar yetişkinden kimse ona bakmıyor ve durumunu görmüyor. Sanmayın ki büyükler sohbet ediyor. Telefonlarına bakıyorlar. Arada orada gördüklerini diğerlerine söylemek için iki laf ediyorlar… Bir sürü kafe açılıyor. Sanmayın ki oralarda derin sohbetler oluyor. Oturuyorlar ve telefonlarına bakıp oradan bir konu için iki laf edip tekrar bakmaya devam ediyorlar. Yolda yürürken bile telefonlarına bakıyorlar. Veya parkta koşarken kulaklıktan müzik dinliyorlar. “Yahu rüzgarı, kuşları filan dinlesene” diyorsunuz içinizden... Üstelik artık kadın-erkek aynı…Farklı yerlerde farklı şeyler yapılmıyor yani.
Görünürde kimsenin vakti yok birbiriyle sohbet etmeye. “İçlerindeki birikmiş dertler patlatır bunları bir gün” diyorsunuz içinizden. Sıkıntılar boşalmalı… Boşaltılmalı halbuki. Ama dert anlatmak için dost gerekli.
İşin sırrını çözüyorum sonunda. Kimsenin sır anlatacağı dostu yok. Pekiyi ne yapılıyor? Psikologlara gidiliyor. Tuhaf karşılıyorum. Hatta “yazık bu insanlara” filan diyorum ama iyi ki psikologlar var diye düşünüyorum sonra da. Onlar da olmasa ne olacak bu insanların hali?
Tuhaf bir dönem yaşıyoruz. İnsanlar doğallığından uzaklaşıyor. En basit şeyler için doktora gidiliyor. Reçeteler yazılıyor. Haplar yutuluyor. Rahatlık hissediliyor. “Oh” deniyor. Sonra… Periyod tekrarlanıyor. Doktorlar haklı. Gereğini yapıyorlar. Bence insanlarda yanlışlık var. Hep mutluluk istiyorlar çünkü.
Bakıyorum. Herkes meşgul. Ne işleri var diye merak ettiğinizde görüyorsunuz ki eften püften şeyler. İş değil yani.
Sevgili dostlar… Doğallığınıza dönün. Üzülün, sevinin, konuşun, bağırın. Doğal olun. Tabiiki telefonu da kullanın. Ama onun kulu olmayın. Lütfen…
ARİF ATILGAN 2025 ŞUBAT
Comments