HİJYEN KONUSU
- Arif Atılgan
- 3 saat önce
- 3 dakikada okunur
Medya haberlerinde görüyoruz. Hastanelerin Acil Servisleri hep doluymuş. Bulaşıcı hastalık tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz vurgulanıyor.
Eski yıllara gidiyorum. Neredeyse her yeme-içmeci vitrininde “Bulaşıkçı Aranıyor” ilanı bulunurdu. Bu kişiler sık iş değiştirdiği için devamlı bulaşıkçı aranırdı o yıllarda. Bugünlerde böyle bir ilan görüyor musunuz? Belli ki böyle bir ihtiyaç yok artık.
1990’lar… Arkadaşımın oğlu sünnet olacaktı. Rica etti, beraber mekan aramaya başladık. En lüks yerleri dolaşıyorduk. Boğaza nazır mekanlarda bile sanayi tipi bulaşık makinesi yoktu. Neredeyse tüm mekanlarda bulaşık yıkama sorunu vardı.
Elle ne kadar olacaktır bulaşık işi. Belli ki önce temiz kaplarla servisler yapılıyor. Sonra gelenler gidenlerin bulaşık kaplarından yiyorlardı.
Kadıköy’de bir mekanı mimarlık bakımdan inceliyordum. Tanıdığım kimselerdi. Beni mutfağa da sokmuşlardı. Gördüklerimi anlatmayayım. Ama o mekanın sokağa da taşan masalarını bir görseniz. Mutfağın tersine tertemiz.
Örnekler vereyim. Hem iyi hem kötü…
Yıllardır gittiğim lahmacuncu da sadece lahmacun yiyip kalkıyoruz hanımla. Lahmacunu üzerine kağıt koydukları tepsiyle getiriyorlar. Yiyorsunuz. Sonra kağıdı atıp tepsiyi tekrar mutfağa götürüyorlar. Halbuki servise giden her kap doğru bulaşığa gönderilmelidir.
Tuzla’da yıllardır aynı köfteciye gidiyorum. Orada da ekmek arası yaptırıp masada oturarak yiyoruz.
Yalova’da bir dönerciyi anlatayım. İyi havalarda kaldırıma koyduğu masada yiyoruz. Yine ekmek arası tabii ki. Dükkanın döner pişen tarafı sokağa duvarsız. Yani döneri yapan kişi yarı dışarıda. Olabilir. Sıcak çünkü çalıştığı yer. Bir gün dönercinin, yanına gelen martıyı döner parçalarıyla beslediğini gördüm. Ama eliyle gagasına besliyor. Sonra o eliyle döner kesiyor. Yahu dedim. Bu hayvan o gagasını boka da batırıyor leşe de…
Bağdat Caddesinde bir pastanede oturuyoruz. Ben simit severim. Simit istedim. İlle de o simidi dört parça yapıp tabakta servis edecekler. Ama tabakları pis. Anlatayım. Israrla ben elimde yiyeceğim dememe rağmen bildikleri gibi tabakta dört parça getirdiler. Yanında çatal da var. Eşim her yerde hır çıkarmama kızıyor. Hadi ses etmeyeyim dedim. Ama tabak ıslak. Çağırdım garsonu. Tabak yıkanmamış demedim kırmamak için “Tabak ıslak. Ben zaten elde yemek istiyordum” dedim. Cevap vermeye tenezzül etmeden tabağı aldı. Bekliyorum. Sonunda eşim kızsa da hır çıkarmaya karar vererek önde camekan olan tezgahın oraya gittim. “Bana tek bütün, kesilmemiş simit verin. Elde yiyeceğim.” Diyecektim ki tezgahın arkasındaki görevlinin avucuyla benim tabağı silip ıslaklığını yok etmeye çalıştığını gördüm. Hır çıktı tabii.
Kadıköy’de AVM’deyim. Ünlü bir mekanın kafesinin koltuklu bölümünde oturup çay söylüyorum. Çayın yanına koydukları minik kurabiye iki parça olmuş. Belli ki bir önceki müşteriden artmış. Aynen onu bana göndermişler. Çağırıp söylüyorum garsona. Değiştiriyor ama bende iştah kalmıyor. Yemiyorum. Başkasına vermesinler diye paramparça yapıyorum.
İstanbul'daki evimin yakınında bir zincir dönerci var. Orada tabakta güvenerek yiyorum. Bir de Yalova’da balıkçımız var. Izgara balık yiyoruz. Ama ayıp olmasın diye salata da söylüyorum. Ben prensip olarak mutfağa arkamı dönerek otururum. Eşim görür oraları. Bir gün dediki “Anlatmak zorundayım. Salatayı avucuyla tabağa koyuyor.” Ne yapayım artık o salatayı da söylemesek olmayacak. Bol limon sıkarak idare ediyoruz.
Kafelerde, çay bahçelerinde bardakları çalkalıyorlarsa şükredin. Eskiden bardaklar önce sabunlu suyla sonra duru suyla yıkanırdı. Çayı doldurmadan önce mutlaka sıcak suyla içi de dışı da iyice çalkalanırdı. Yalova’da hep oturduğumuz çay bahçesinde ocaktan çaylarımızı kendim alıp masaya getiriyordum. Tabii sıcak suda bardakları çalkalatarak. Sahip değiştirdiler, yeniler beni tanımıyor. “Git otur Ağbi. Getiriyoruz” diyorlar. Sonuçta sahile inerken çayımızı evde yapıp termosa koyuyor ve çimenlik bir yerde portatif sandalyelerimize oturup keyfimizi yapıyoruz artık.
Tiyo vereyim. Temiz ve leziz çay-kahve kahvehanelerde var. Deneyin. Üstelik daha ucuz.
Bir de Yalova’daki simitçimizden bahsedeyim. Simit, poğaça ve kek yapıyor. Pencereden alıp gidiyorsunuz. Oturmak filan yok. Tertemiz ve lezzetli. Çay keyfimizi simit-poğaça-kek üçlüsüyle sahilde yaşıyoruz.
Yeme-içmecilerde bulaşıkçı aranmıyor artık. Belli ki gerek yok. Konumuz hijyen diye başka şeylerden bahsetmiyorum. Örneğin pastane yağı diye bir şeyi bana pastaneci dostum söylemişti. Anlayabildiğime göre kızgın yağ içinde kızartma yapanlardan kullanılmış yağları toplayıp tenekelere doldurup pastanelere satıyorlarmış. Eğer yediğiniz şeyler midenizi yakıyorsa odur. Kimyasal tarafını araştırın.
Elemanlara pek girmeyeyim ama yine de dişini, burnunu karıştıran, eline hapşırıp yıkamayan, arkasına bastığı ayakkabısından ayağını çıkarıp kaşıyan, kedi-köpek sevip servis yapan… Ama en ilginci hijyen için kullandıkları eldiveni yere düşürüp tekrar eline takıp kullananlardır sanırım. Yani neyi ne için yaptıklarının bilincinde değiller.
Şaka bir yana. Bu işin çok detaylı yönetmeliği olmalıdır. Açılacak dükkan adeta tarif edilmelidir.
Sevgili dostlar. Bu iş eğitim işidir. Çocuk yaşta okullarda hijyen öğretilmelidir. Bir restoran çalışanı kendisi için de hijyen şartı aramalıdır. O şartı aramayan yani bilmeyen birinden temizlik bekleyemezsiniz. Zoraki olmaz bu işler.
Sakın “Ağbi Avrupa’da…” demeyin bana. Onlar çok daha pis. Paris’te en yeme-içmecilerin olduğu yer olan Saint Michel’de baş parmağı yemeğin içine batarak tabak getirmişlerdi.
Sonuç… Eğitim vs hepsi olmalı. Ama sık ve sıkı denetim yapılmalı. Aksi takdirde herkes herkese hastalık bulaştırır. Biz de hastanelerdeki kalabalığa “Bulaşıcı hastalık mı var?” der dururuz.
ARİF ATILGAN 2025 MAYIS
Not: Yazının tamamı gerçektir. Abartı yoktur.
Comments