top of page

KAYBOLAN ESKİ ARKADAŞLAR

1965 yılı üniversitedeki ilk yılımdır. İTÜ futbol takımının seçmeleri olduğu yazısı asıldı ilan tahtasına. Gittim tabii. Anadoluhisarı sahası. 65 kişi kalmış aklımda. Çift kale maç. Hoca eski GS’li milli bek Saim. 1956 yılındaki 3-1 lik Macaristan maçında sonradan oyuna giren (Arap) Saim. Uzatmayayım. Birkaç gün sonra ilan tahtasına seçilenlerin listesi asıldı. Ben de varım. Diğer dokuz kişi başka kulüplerde lisanslı. Bir tek benim hiçbir yerde lisansım yok. O sebeple amatör kümedeki takım için de lisansım çıkıyor.


İşte o seçmelerde Uğur’la tanışıyorum. FB genç takımında oynuyor. Kimya bölümünde ve tesadüf Kadıköy’de oturuyor. Bakıyorum. Liseden futbolcu arkadaşım Haydar da onların sınıfında. Bir süre sonra görüyorum ki kimyacıların büyük bölümü Kadıköy’de oturuyor. Yani benim üniversitedeki arkadaşlarım kimyacılar oluyor.


O gruptan Engin’in emekli albay babası Kadıköy’de Münih birahanesinin arka sokağındaki Ege Kıraathanesini çalıştırıyor. Dolayısıyla genellikle orada buluşur oluyoruz.


Bu alışkanlık okulu bitirince de devam ediyor. Farklı olarak artık meyhanelere de takılıyoruz. Cebimiz para görmeye başlıyor çünkü. Bilen bilir. O binaların önünde de arkasında da içkili lokantalar ve kahvehaneler bulunur.


Bizler 68 kuşağıyız. Kimse farkında değildir. Ben yazayım. İşsizlikle cezalandırılan kuşaktır bizim kuşak. İş aramayanı yoktur neredeyse. Aslında bizler de hep serbest çalışmak isterdik ya. Bir yerde memur olayım duygusu memur olanlarda bile yoktu emin olun. Ben ÇBS’de işe girmiştim. Tanıdık da yok torpil de yok. Gazete ilanından… Büro Karaköy’de, fabrika Alibeyköy’de. Fabrikada laboratuar için kimya mühendisi aranıyordu. Uğur’a söyledim. Görüştü patronlarla. İşe girdi. Girdi de 3 gün sonra çıktı. Demiş ki patrona ‘Ben petrol rafinerisinde çalışmak istiyorum. Kusura bakmayın.’ Şaban Çavuşoğlu da sever böyle şeyleri. ‘Kara altını merak ediyorsun demek. Yolun açık olsun.’ Demiş ona. Uğur epey kahvehaneye takıldı diğerleri gibi. Sonra kendisi tiner imalatı yapmaya karar verdi. Avrupa yakasındaki gecekondu semtlerinden birinde bir bodrum kat kiralamış. Kazana üsten tiner hammaddelerini koyuyorr alttaki musluktan imalatı tenekelere dolduruyordu. Musluğun altına bir de terazi koymuş. Bir kefesinde17 kiloluk ağırlılkları koymuş. Diğer kefeye boş tenekeyi. Musluğu açıyor. 17 kilo olunca tartı kıpırdıyor. O anda vanayı kapatıp tenekeyi indiriyor. Etiket yapışıyor, imalat tamamlanıyor.. Gülmeyin. Fabrikalarda da bu iş böyleydi o yıllar. İki de işçi bulmuştu. Sadece dolu varilleri bodruma indirmenin çok zor olduğundan şikayetçiydi. Ben de ona üç uzun boruyla ceraskal yapmayı önerdim. Bilmiyormuş. Çok sevindi. Yaptırmış. Müthiş kolaylık olduğunu söyledi. Bir akşam yiyip içme paramı ödeyiverdi. ‘Hayrola’ dedim. ‘Danışmanlık ücreti’ dedi.


Sonra Haydar da onunla ortak oldu. Kağıthanede eski Şakir Zümre sobalarının olduğu arazideki tek katlı binalardan birine yerleştiler. Şakir Zümre burada uçak yapmak istiyormuş ta engel olunmuş. Konuyu dağıtmayayım. Bilginiz olsun sadece. Biz onlara şakadan ‘fabrikatör’ diyorduk. ‘Yapmayın’ diyorlarsa da hoşlanıyorlardı. Sonra her ortaklıkta olan oldu. Ayrıldılar. Haydar ‘Mühendisler’ markasını devam ettirdi. Uğur ise ‘Aromatik Kimya’ diye ağır ve anlamlı bir marka koydu kendi üretimine.

 

Ben de işten ayrılmış mimarlık bürosu açmıştım. İnşaat ta yapıyorum. Bir yandan da askerden gelen kardeşime iş olsun diye nalbur dükkanı açmıştım. ÇBS’de pazarlama öğrenmiştim ya. Uğur ‘ortak olalım’ diyor. ‘Kardeşimi yalnız bırakamam’ diyorum. Ama ortaklıkların da devamlılığı olmuyordu. Dedim ki ‘Bizim de aramız bozulur. Sen yap. Ben satayım.’


Sonraki yıllarda yine aynı sınıfta olan Ercan’la Okay çalıştıkları Maltepe sahilindeki Rikket marley fabrikasından ayrılıp tiner-vernik yapmaya başladı. Onlar da kısa süre sonra ayrıldılar ve ayrı ayrı yapmaya başladılar.


Ben hepsinin malını sattım. Başka markalar da sattım. Ünlü fabrikaların bayiliğini aldım. Rikket marleylerin de bayiliğini aldım.


Haydar ortaklıktan ayrılırken mal verdikleri sağlam tanınmış bir firmayla çalışmaya devam etti. Ondan koptuk. Ama tenise merak saldığını, önce öğrendiğini sonra hocalığını yaptığını duyuyordum. Hırslı bir arkadaşımızdı zaten. Örneğin o bilardo bilmiyordu. Benimle oynarken avans vermem gerekiyordu normal olarak. Almazdı yenileceğini bile bile. Ama birgün beni yenmişti.   


Uğur 4. Levent Sanayi sitesinde büyük bir yer tuttu. Gelişti. Sonra da Kurtköy’de arazi satın alıp fabrikasını oraya taşıdı. Şaka değil resmen fabrika. Daha da gelişti. Ama ticaret bizi de dargın yaptı sonunda. Yıllar önce yine onların sınıfından Faruk’la konuşmuştum. ’İflas etti. Trakya’da kendine çiftlik gibi bir şey yaptı. Orada yaşıyor’ demişti.


Ercan kendince birşeyler yapmış ve sonra bırakmıştı.


Okay Ispartalıydı. Ticaret o taraftakilerin genlerinde vardır. Erco markasıyla üretim yaptı. Kartal sanayi sitesinde ikinci kattaki küçük bir yerde başladı. Gelişti. O da Kutköy’de arsa satın alıp prefabrik bir fabrika binası kurdu. Sonra Tuzla’da OSB’de fabrikası olduğunu duydum. Yani işleri iyiymiş.  


Bunları neden yazdım?


Geçtiğimiz günlerde gazetede bir haber ilgimi çekti. Bodrumda lüks bir sitedeki boğulma olayı anlatılıyordu. ‘Sağlık odası yapılacak mekan büfe yapılmasaydı boğulan kişi belki de kurtarılırdı’ diyor haberde. FB Yüksek Divan Kurulu üyesi Haydar Yanıkoğlu imiş vefat eden kişi. Kendi kendime ‘bizim Haydar mı acaba’ diye düşündüm. Faruk’u aradım. Konuyu anlatınca ‘O’dur ama araştırayım, beş dakika sonra arayayım seni’ dedi. Aradı ve ‘Oymuş’ dedi. Tabii sohbet ettik uzun uzun. Son bir yıl içinde Uğur’u ve Ercan’ı da kaybetmişiz. Canım sıkıldı. Faruk onların rahatsızlıklarını anlatıyordu detaylarıyla. Ne fark ederdi ki? Gitmiş adamlar. Telefonu kapatırken ikiz kardeşi Tarık’ı da kaybettiğini söyledi. Yine şaşırdım. Tarık’ı ilk tanıdığım günü anımsadım. Kadıköy’de PTT yakınında “Faruk’u” görmüştüm. ‘Ne haber?’ filan gibi şeyler sormuştum. O da bana anlamsız bakışlarla cevaplar vermişti. ‘Kızdırdım mı farkında olmadan’ diye düşünmüştüm. Sonraki ilk karşılaşmamızda baktım ki bizim Faruk bildiğim Faruk. ‘Geçen gün niye öyle donuk donuk konuştun benimle’ diye sorduğumda şaşırdı. O gün o saatte başka bir yerde imiş. Sonra birden aklına geldi ‘Sen benim ikizim Tarık’la mı konuştun yoksa?’ dedi. Güldük. Meğer ikiz kardeşler böyle tuhaflıklara alışık olurlarmış. Tanımadığı birine uzun uzun durumu anlatacağına vaziyeti idare ederlermiş. Sonra Tarık’la da tanıştık. O doktordu.


Tatsız konuya girmişken yine  onların sınıftan yıllar önce kaybettiğimiz Engin’i ve Haldun’u da yazayım. Engin’in Yunus Çimento fabrikasında ciğerleri bozulmuştu. Eski GS’li milli voleybolcu Haldun ise kendine hiç bakmayan bir arkadaşımızdı.


Teyzemin damadı (rahmetli) Cemal enişte Eczacılık Fakültesi dekanı idi. Mimar olduğum ilk yıllarda demişti ki ‘Toplum denilen kalabalığın içinde çevreni ite kaka kendine bir yer edineceksin.’ Çok zordu ama hepimiz o zorluğun üstesinden gelmiştik.


Çok iyi arkadaşım olan Uğur’la küstük bir de. Ben ona hakkımı helal ediyorum. Hepsine helal ediyorum. Engin, Haldun, Uğur, Ercan, Tarık ve Haydar… Aydın, yurtsever, zıpkın gibi arkadaşlardı. Ama hem de melek gibi çocuklardı. Allah Rahmet Eylesin hepsine.   


ARİF ATILGAN 2025 TEMMUZ


 

 

Comments


bottom of page